29 Nisan 2010 Perşembe

İmdaaat, ailem beni öldürüyor!




On altı yaşındaki biricik kızınız, bir doğum günü partisine gitmesine izin vermediğiniz için krize girip, evin bütün camlarını indirdikten sonra
polisi arayıp, 'İmdaaaat! Ailem beni öldürüyooorrr!' ihbarı yapsa ne hissedersiniz? Gerçek olamaz gibi geliyor ama hafta sonu, bir arkadaşımın
başına gelen aynen bu... Gece yarısından sabaha kadar polis polis, hastane hastane gezmek zorunda kaldılar anne-baba-çocuk.
Oturdukları nezih sitede yer yerinden oynadı. Yüksek aidatlı mutlu aileler birliği derin yara aldı. Yakın akrabalar gözyaşına boğuldu. Anne, on yaş
birden yaşlandı. Baba... Olayda en perişan olan kişi; kızının artık onu sevmeyeceğinden korkuyor! Korkmak ne kelime, tir tir titriyor. Acı çekiyor.
Büyük bir acı...

SON MODEL KIZ BABALARI
Şimdiki babalar kızlarına aşık. Haklılar. Belki de hayatlarına giren en güzel, en havalı, en fettan kız o... Bir zamanlar reddedildikleri ilk
aşklarından bile daha güzel... 'O'nun en sevdiği, en bağlı olduğu erkek olmak bambaşka elbette... 'Aşk' bu işte! Fakat ergen yasaları devreye
girdiğinde tüm devreler yanıyor. Bir bakıyorsunuz, biricik prensesiniz sizden nefret ediyor! Aşkın yıkamayacağı hale gelene kadar akla karayı
seçmiş, sapasağlam ayakta durmuş... Fakat prensesinden yediği yeniyetme tekmeleriyle nakavt olmuş nice kapı gibi baba var... Yüzlerindeki derin
kederden tanıyabilirsiniz onları... Kızlar, kalp kırmaya babalarından başlarlar... Usul öyledir; onların acısı, bizim zaferimizdir. ..
Biz gene, altı üstü 'çocuk'tuk. Şimdikiler resmen, 'dünyayı kurtaran adam/kadın' namzeti... Şimdiki zaman ebeveynlerinin yediği kazık daha büyük o
yüzden. Çünkü hepsi, 'numune' birer çocuk yetiştirdiklerinden emin. Dünya onların çocuğunun etrafında dönüyor.

PATRON ÇOCUK - İŞÇİ AİLE
Biz büyürken 'Ben annem gibi olmayacağım' modası vardı. Bir gün annem bulaşık yıkarken, mutfak tezgahına zıplayıp oturdum ve o iğrenç ergen
alaycılığımla, 'Biliyor musun, ben senin gibi bulaşık yıkayarak geçirmeyeceğim hayatımı' dedim. O kadar alındı ki annem... Dolan gözlerini
göstermemeye çalışarak, 'Kötü bir şey değil ki yaptığım' diyebildi... Üstünde durmadım, çünkü ben de kötü bir şey söylediğimi düşünmüyordum...
Zamanın ruhu öyleydi.
Özgürlüğe aç neslimiz büyüdü, evlendi, üredi ve 'şimdiki zaman ebeveynleri' kolonisini kurdu işte; 'Ben annem/babam gibi olmayacağım' ebeveynleri. ..
Çocuklarını, bütçelerini kat kat aşan okullara göndermek uğruna; yüksek limitli kredi kartları karşılığında hayatlarını ipotek ettiren... Çareyi,
çocukları aracılığıyla sınıf atlamakta gören anne-babalar. Olmak istedikleri kişiyi yetiştirmeye yeminli çiftler...
Evlatlarını hayata 'avantajlı' hazırlamak ve mutlu etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sonsuz sevgi ve samimiyetle, üzerine titriyorlar. İyi
anne-baba olmak için bütün hünerlerini sergiliyor, yetmediği yerde tereddüt etmeden kendilerini aşıyorlar. Çocuğun isteklerini beş yıldızlısından
karşılamak birincil görevleri ve bunu, can-ı gönülden yapıyorlar. Biricikleri; sevildiğinden, güvende olduğundan, ailesinin her daim arkasında
olduğundan emin bir şekilde büyüyor. Ama ergenlik gelip çattığında; şirret bir 'patron'a dönüşüyor o çocuk! İstekleri aksatıldığında ya da
'bütçe'den bahsedildiğinde ortaya çıkan 'cadaloz'un karşısında ezilip büzülüyor anne-baba.
Kendi başına barınabilecek ya da karnını doyurabilecek durumda olmayan, ebeveynlerinin imkan ve hizmetlerine muhtaç, yeniyetme bir patron! Ve ona
her şey dahil hizmet/eğlence sunmakla görevli, zavallı ailesi...

YARIN NE OLACAK?
En fenası da; bu numune çocukların, popüler olmayan hiçbir şeyi kendilerine layık bulmamaları.. . Kılık kıyafetten gidilen
mekanlara/kurslara/ tatillere, alınan cep telefonundan bilgisayara, bikiniye kadar böyle... Onlar, her şeyin en iyisini hak ettiğine inandırılarak
yetiştiriliyorlarsa. .. Suç kimde? Peki, yarın mezun olduklarında; hangi iş, hangi ofis, hangi maaş, hangi aşk, hangi hayat kesecek onları? Beş
yıldızlı çocukluktan sonra adım atacakları gerçek dünya yetecek mi bu biriciklere?
'Böyle bir dünyaya çocuk getirmek' tartışması mazide kaldı sonuç olarak, sevgili okuyucu. 'Bu dünyanın tozunu atacak bir çocuk yetiştirebilecek
miyim?' derdine düştü artık ebeveynler. Fakat ilkel ergenlik dürtüleri bütün planlarını bozuyor. Çünkü bir ergenin, tüm zamanlardaki tek isteği;
ailesinden kurtulmak! Yasalar böyle... Kolaylıklar diliyorum.

28 Nisan 2010 Çarşamba

peki ya düşünürler eskir mi?


Düşünce eskir mi? Elbette. Zaman içinde fikirler değişir, gelişir, yenilenir. Hep aynı kalmakta ısrar etmek, sağlam bir karakter belirtisi değil, tam tersine kendine hayran kocaman bir nefsin belirtisidir.

Zaman içinde en az değişen insanlar, genellikle egoları en şişkin olanlardır. Zira en hakiki değişimler öz eleştirilerden çıkar. Ancak kendini eleştirebilen, kendi hataları, zaafları ve noksanlarıyla yüzleşebilen, ruhu yara bere içinde olan insan samimi ve hakiki olarak değişebilir. Değişimin temel bir itkisi varsa bu ancak içeriden gelebilir. Dışarıdan dayatılan hiçbir talep ya da zorlama bireyde hakiki bir değişim körükleyemez.

Düşünceler eskir, peki ya düşünürler eskir mi?

Batı da, bilhassa Amerikan üniversitelerinde okutulan ders programlarına yönelik ilginç bir araştırma yayınlandı bugünlerde. Tamamen tesadüfen seçilen üniversitelerin ders programları gösteriyor ki pek çok Amerikan üniversitesinde bazı düşünürler çoktan rafa kaldırılmış, adeta eskimiş eşya muamelesi görüyor. Kimler yok ki bu listede? Psikoloji bölümlerinde Freud okutulmuyor mesela. Ya da şöyle bir bahsi geçiyor. Ekonomi bölümünden mezun bir genç Marx ın adını doğru dürüst işitmemiş olabiliyor. Ya da felsefe bölümünden mezun olup da Hegel ile bir kez olsun karşılaşmayanlar var. Freud, Marx ve Hegel... Üçü de modern toplumun düşünce sistematiğinin şekillenmesinde muazzam rol oynamış fikir adamları. Onlarla uyuşmayabilirsiniz, fikirlerine zerre kadar katılmayabilirsiniz ama onları bilmemek, okumamak, zahmete değer bulmamak başka bir şey. Onları bilmeden psikolojide, ekonomide, felsefede yol kat etmek mümkün mü? Artık devir değişti. Bu insanları okumaya gerek yok, diyerek modern toplumun düşünürlerini depodaki eskimiş eşyalar arasına kaldırabilir miyiz?

Ancak sözünü ettiğim trend meselenin sadece bir kısmı. Marx-Freud ya da Hegel gibi düşünürler kendi akademik disiplinleri tarafından unutuladursunlar, ilginçtir, bir yandan da üniversitelerin yeni alanlarından sayılan, kültür ağırlıklı programlar tarafından harıl harıl okutulmaktalar. Mesela kültürel çalışmalar, şehir tarihçiliği (urban history), sinema ya da karşılaştırmalı edebiyat gibi bölümlerde. Böylelikle, ne tuhaftır ki, sinema okuyan bir öğrenci psikoloji okuyan bir öğrenciden daha iyi bilebiliyor Freud u ya da bir edebiyat öğrencisi bir ekonomi öğrencisinden daha çok okumuş olabilir Marx ı. Bunlar günümüz üniversitelerinin değişen trendleri.

Ancak eğer bilgi, eklenerek büyüyen bir kartopu gibiyse, eğer her kuşak her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalmayışını kendinden öncekilerin yapıtlarını bilmesine borçluysa, 20. yüzyıl ya da evvelindeki düşünürlere eskimiş muamelesi yapmanın sonuçları sadece üniversitelerde değil, tüm bir toplum düzeyinde hissedilecektir. Er ya da geç. Fikirler elbette eskir. Ama fikir adamlarını o kadar kolay eskitemeyiz. Onları bu kadar çabuk tüketemeyiz. Fikren katılsak da katılmasak da durdukları yerlere, ne dediklerini bilmek, yapıtlarını okumak, tartışmak ve son tahlilde eleştirmektir yolumuzu açacak olan.



Elif Şafak

27 Nisan 2010 Salı

No feeling is final


Let everything happen to you: beauty and terror. Just keep going. No feeling is final

19 Nisan 2010 Pazartesi

everybodys fine



Her ülke kendi "herkesin keyfi yerinde"sini çekmeli demişti zamanında sinema yazarı Uygar Şirin...

Amerikalılar güzel çekmişler.

Söylendiğine göre orijinali kadar iyiymiş.

Ne de olsa en büyük oyuncuyu sahaya sürmüşler...

ama ben ağlamadım...


ÜLKELERE GÖRE PENİS BOYU

7 Nisan 2010 Çarşamba

Emek Sinemasını yıktırmayız...


Yeşilçam Sokak’taki bu sinema; tarihi kimliği, Barok ve Rokoko bezeli duvarları, 875 kişilik salonu ve tarihi geçmişi ile farklılık göstermektedir.
Bugün yıkılıp İstiklal Caddesi'nde bir başka alışveriş merkezine dönüştürülmesi planlanan ve son yirmi yıldır İstanbul Film Festivali'ne ev sahipliği yapan sinema salonu, Türkiye Cumhuriyeti'nin en eski sinemalarından biridir. Serüvenine 1924 yılında Melek adıyla başlamıştır. Perdenin her iki yanında yer alan, Art Nouveau tarzı melek figürlerinden ismini alan sinemanın ilk sahipleri, o dönem İpek ve Sümer sinemalarının da sahipleri olan, A. Saltiel ile H. Artidi'ydi. Daha sonra Emekli Sandığı'na geçen sinemayı 1958 yılına kadar İpekçi kardeşler işletmiştir. Bu tarihte Emekli Sandığı, sinemanın işletmeciliğini de alarak adını Emek olarak değiştirmiştir. 1969 yılında Turgut Demirağ’a geçen sinemanın işletmesini 1975 yılından beri İsmet Kurtuluş ve Süheyla Kurtuluş yapıyor.
1993 yılında ciddi bir restorasyondan geçen sinema, son olarak 2000 yılında koltuklarını, ses düzenini yenileyerek, yeni açılan modern sinemalarla yarışacak bir teknolojiye kavuşmuştur. Sahne ve tavanı süsleyen yaldızlı Barok süslemeler, Dolby Digital ses düzeni ile birleşmiş durumda.

http://emeksinemasi.blogspot.com/


5 Nisan 2010 Pazartesi

ricky


- abi ricky martin gay imiş

- olm onun götürdüğü erkek bizim götürdüğümüz hatundan güzeldir lan...

- abi?

tshirt

http://www.tshirthell.com/hell.shtml